Yıllanmış bir ağaç gibiyim. Sert bir kışın ardından dallarımda tomurcuklanma kararsızlığındaki aşklarım, beklenmeyen bir soğukla karşılaşma korkusuyla çiçek açamıyor sanki… Gövdeme bir çakıyla kazınmış gençlik aşklarımın izi, çatal çatal olmuş katmerleşmiş sert kabuğumun dışında açılmış yaralar gibi öylece duruyor… Acımıyor belki ama orda olmalarından rahatsız mıyım seviyor muyum bilemiyorsun… Dallarıma konan kuşlar ilk başta neşelendirse de bir süre, sonra sıkılıp silkelenmek istiyorum gitsinler diye. Esen akşam rüzgârlarıyla bir bu yana bir o yana savrulmak…  Akşamın sessizliği çökünce rüzgârın sesiyle dalgalanırken hafif yağan yağmur eşliğinde dökülen yapraklarım bir yandan yeni filizlenmeye çalışanlar bir yandan, içimi kemirmiş tahtakuruları ve diğer zararlıları atmak için büründüğüm çirkin zirai ilaç kokusu, toprağın kokusuyla karışıyor, başım dönüyor. Bütün zararlı kemirgenleri attıktan sonra oluşan yaralarımı sessiz gözyaşlarım gibi akıttığım reçinemle kapatıp geri dönüşlerini engellemeye çalışıyorum kabuğum tekrar zayıflamasın diye.
 Dallarımla ne kadar uzağa gidersem gideyim, köklerimde bir o kadar derinlere uzanıyor. Bırakamazsın geçmişini buradan bir yere gideceğin yok der gibi…
Döktüğüm yapraklarımın düşmesinden daha rahatsız edici ayaklarımın dibinde çürüyüşlerini seyretmek yeşilden, sarıya, kahverengiye ve sonra toprağa karışmalarını izlemek…