2010 Sonunda Bir Çarşamba…
Sanki bir satranç tahtası üzerinde kurulmuş,
birbirinin nerdeyse aynı kare bloklar içine yerleştirilmiş, parklar, bahçeler
ve grinin her tonuyla bezeli binalarla donatılmış başkentin birbirine bağlanan
sokaklarında kaybolmak işten değildi.
Hangi sokakta olduğunu başlarda, tamamen
tabelaları takip ederek ayırt edilebilmekteydi. Tabi onu da düzgün okuyabilirse.
Bu yabancı alfabe pek bir garipti. Tek
tek öğrenmesi kolay ama yan yana getirip bir kelime olarak okuyup anlamlı bir
bütün oluşturmak biraz zaman alıyordu.
Sonraları, bir orman gürlüğünde
sıralanmış ulu ağaçların kendine özgü şekillerinden, o ulu ağaçların geniş kaldırımları
kabartan güçlü köklerinin oluşturduğu engebelerden, o engebeler de oluşan su
birikintilerden, yerde oluşan çatlaklardan…
Dışardan bakıldığında birer mağaza
görüntüsünden uzak ancak gide gele oranın önce mağaza olduğunu sonrasında ne
mağazası olduğunu aşina olduğundan tanıdığı binalardan…
Hemen her bloğun yerleşik evsizlerinin
konuşlandığı bina aralarında yaktıkları çöp birikintileri ve etrafında yaşamaya
gayret ettikleri ateşlerden…
Her sokağın kedine özgü, elinde ki tasmanın
ucunda bit kadar bir köpeği çekiştiren ya da nerdeyse sürüye sürüye taşıdığı
Pazar filesiyle dolaşan, mahalleye kolluk kuvvetlerinden daha hâkim, öfkeli, huysuz
babuşkalarından…
Belirli bir durağa bağlı olmadan yol
kenarında park etmiş şekilde duran belirli bir renge ya da sabit modele bağlı
kalmaksızın müşteri bekleyen taksilerinden,
Bir hayalet gibi devriye atan bir anda
belirip “Passport” diye haykıran koca şapkalı rüşvet fırsatlarını kollayan
polislerinden ayırt etmekte ustalaşmıştı.
O uçsuz bucaksız geniş sokakların arasında
oluşmuş yapay ormanın içine kurulu bu şehrin büyüsüne kapılıp hayallere
daldığında kısacık bir an da nerede olduğunu karıştırıp kaybolmuşluk hissine
kapılmanın bu kadar doğal oluşuna hala alışamamıştı.
Başkentin karanlık sokaklarına adım atmak
için bulunduğu rayonun kendine ait bloğundaki kendine göre şehrin en gri
kvartirasından çıkmak için dış kapının ilkini açtı.
Hani !?
Alice Harikalar Diyarında masalında, Alice bir odaya girer ve kapı kapanır geri
dönüş yoktur artık.
O odada da
hapis kalır çaresizlikle bir başka çıkış arar. Uzun odanın sonunda zorla da
olsa geçebileceği küçük bir kapı görür. Hevesle kapıya yönelir bir kapı açar.
Açılan kapı arkasında bir kapı daha çıkar onu açar başka bir kapı… Kapılar
daralarak ardı ardına küçülerek ancak burnunun girebileceği küçük bir çıkış bulur.
Çaresizce kapının önüne oturur kalır bir süre öylece. İstemsizce eli elbisesinin
cebine sokar. Ne işe yaradığını bilmediği cebindeki mantarlardan birini
rastgele çıkarıp bir ısırık alır ve küçülür küçülür küçülür… Ya hani…
O sayede harikalar diyarındaki gezisine devam eder
Cebinde biriktirdiklerine baktı.
Bir mantar yoktu mutlak.
Mantarı kemirir gibi içini kemiren o uzak olmanın verdiği o acı tadı,
yalnızlığın, neye, niçin, kime karşı olduğu belirsizleşen hasret ve özlem
duygusunun buruk lezzeti damaklarında hissettiği anda ruhu daraldı ve içinde
bir şeyler küçüldü, küçüldü, küçüldü…
Sanki geçmişteki bir yaranın, yıllar sonra kaşınması gibi, kaşındıkça
derinleşip tekrar belirmesi gibi, huzursuz edici o his, onu yeterince küçültüp,
kendi daralan kapısından, çokta harika olmayan diyarına çıkartabilecek mantar
zehri gibi geldi o an.
İlk kapı ardından karşılaştığı sıra sıra sürgüleri açtı, altta ve üste iki
anahtar deliği bulunan anahtarları çevirdi.
Kapıdan çıkmak için içindeki o huzursuzluktan bir ısırık daha aldı.
Kvartirasını terk edip sıkıca kilitledi tüm kapılarını.
Tutundukça gıcırdayan tırabzanlara dayanıp tek eliyle kalın çoraplarından
dolayı girmekte zorlanan botunun içine zorla ayağını soktu. Hızlıca botlarını
bağlayıp Ağır adımlarla dik merdivenlerden aşağı ilerledi. Aşağı indikçe
ciğerlerine dolan soğuk kar havası içini ürpertti.
İkinci kata vardığında, kirden ve pislikten
kararmış beyaz teni, içine çökmüş mavi göz bebekleri, sarının hiç bilmediğim
bir tonuna dönüşmüş beyazlaşan saçı ve sakalı, bitkin ve zayıf bir yüzle karşı
karşıya kaldı
Vicdansız bir şoför yolda adamın birine
çarpar kaçar ya hani...
Ardından daha az vicdansız birileri yardıma koşar hemen, sarar etrafı bir sürü
harala gürele derken toplanan kalabalıklar bir iki azalıp meraklarını tatmin
edip kaybolurlar.
Sona kalan da, bir tedirginlikle “aman başımıza bir şey gelmesin şahit mahit
yazarlar” korkusuyla bir hastane önüne kadar getirir ve terk eder ya…
Oracıkta birinin onu fark etmesini beklerken umutsuzca, giderek düşen yaşama
direncine rağmen,
en azından Azrail’i geciktiririm inadıyla.
Sığındığı basamakların ortasında
Ölmemek için… Ya da çabuk ölmek için…
Bir elinde sımsıkı sarıldığı ucuz votka şişesi diğerinde kirli bir torba.
Muhtemelen çöpten bulduğu, eski püskü yırtık pırtık bir battaniyeye sarmalanmış
şekilde kapanmasın diye mücadele ettiği kan çanağı gözlerin uykuya mı? Yoksa
ölüme mi direndiği pekte ayırt edilemeyen umursamaz, donuk, soluk ve mavi
bakışlara kilitlendi.
Bir anda irkildi sanki kimse yokmuş gibi seri ve sessiz adımlarla bir alt kata
yöneldi.
Dışarı
çıktığında acımasızca esen sert ve soğuk rüzgâr yüzüne vurdu. Derin bir nefes
çekti içine aldığı nefesi verirken çıkan buharın bir cam gibi kırılıp yere düştüğünü
hayal etti.
Saatine baktı Türkiye de saat 18.00 hala dedi bir iç daha çekti.
Kare bir
blok içine kurulmuş, sanki bir orta çağ kalesi surları gibi dikilmiş binaların
arasındaki boş alanda sitenin çıkışına doğru yürüdü. Az ilerde çocuk parkı içindeki
banklarda bir kaç genç kız ve bir kaç erkek sigara bira eşliğinde romantizmin
doruklarında telefonlarından yükselen Rusça bir şarkı eşliğinde o soğuğa rağmen
bir bahar esintisi yaratıyor gibiydi. O soğuğa rağmen topuklu ayakkabıları,
ince çorapları ve mini eteklerinden ödün vermeyen güzel güzel kızların yanında
gayet özensiz çocukların gayet kaba ve hoyrat davranışlarını görmek her
defasında şaşırtırdı onu.
Onca nobranlığa tezat, erkeklerin yanındaki kızların çantalarını taşımaları,
zaman zaman da üşüyen kızı bir imparator penguen gibi montunun içine sarmalayıp
kızın erkeğin ayaklarının üzerine basarak tek vücut yollarda yürümeleri “bu ne
perhiz bu ne lahana turşusu yahu!” dedirtir cinstendi.
Bloğun sonundaki dar geçitten geçip geniş caddeye çıkarken site çıkışındaki
direkte gayet iptidai usulde yapılmış üstüne düşen su buharının sarkıtlar
oluşturduğu termometrenin kırmızıçizgisini eksi 20 derece de durduğunu gördü.
Az önce yüzüne vuran rüzgâr termometreyi gördükten sonra sanki daha soğukmuş
gibi geldi ona.
Dilini yarım yamalak konuştuğu, yalnızlığını ve yabancılığını her an insana
hissettiren şehirde edindiği 3-5 arkadaşıyla buluşup bir şeyler atıştırıp
alkolün yatıştırıcı şefkatli kollarına bırakmak için buluşacakları bara doğru
temkinli adımlarla ilerledi.
Bakımsızlıktan bozulmuş geniş yaya yolunda zeminin buzdan ve düşen karın
kapattığı tuzaklara yakalanmamak için gösterdiği temkinli adımları, nisan ayında yaşanan halk devrimi sonrası
çıkan iç savaş dolayısıyla oluşan güvensiz ve tehlikeli ortamın sürprizlerine
hazır bir ihtimamla daha bir temkinli atması gerektiğini hatırlatmak zorundaydı
kendisine.
Radarlarını
olası doğal ve insan yapımı tehlikelere kursa da boş sokaklarında başkentin
bütün olumsuzluklara rağmen göze güzel gelen büyüleyici atmosferinde otomatik
pilota bağlayarak yine de düşüncelere hayallere dalabilmek sanırım insanın
bütün olumsuzluklarına rağmen çokta övülmeyen muhteşem bir özelliği olsa gerek.
Gözlerini kapamadan, olduğu zamanın
içinde bir şeylerin tetiklediği anıların yaşanmışlıkların zihinde bir şeylerin
kilidini açtığı anlara savrulmak çok garip.
Bulunduğu zamanın gerçeklerine gardını
indirmeden…
Sanki zaman makinasını bulduğundan habersiz bir mucit gibi o anın gerçekliğinde,
geçmişi o anmış gibi yaşamak...
İlikleri soğutan o kış kıyamet ve onca tehdit içinde bunu başarabilmek tam bir
mucize gibi.
Kendisini buraya getiren uçağın, o Ağustos sıcağında geride bıraktığı her
şeyden onu ayırırken içinde bir şeyleri nasıl dondurduysa, o anı zihinde tekrar
yaşarken aynı hisle üşümek ortam gereği çokta zor olmasa gerek. Lakin zihnin bu
oyunu oynaması için zemin ve saha şartları gayet müsait.
Gülün sapını ne kadar uzun tuttuysa artık eller paramparça dikenden… Ne güle
ulaşabiliyor ne de o gün havalimanında içine işleyen ve geçmeyen üşüme yetmiyor
gibi bir de bedeninde hissettiği fiziki soğuğun katmerlenmesi ile paramparça
olmuş ellerindeki yaraların derinleşmesine rağmen acısını görüp bilmesine
rağmen hissedemiyordu artık.
Belki de Mevlana yanılıyordu.
Yahut tuttuğu dal bir gül dalı değildi.
Kafası darmadağın, yüreği paramparça başkentin bembeyaz gecesinin oluşturduğu
bu düş oyunu, sokak kesişmelerinde yaz-kış başı karlı Ala-Too ya paralel bakan
sokaklarında dağdan aşağıya doğru inen, insanın içini delip geçen rüzgârıyla
dağıldı.
Karın oluşturduğu
o büyüleyici soğuk manzara sanki boktan bir herifin, bulduğu bir fotoğraf
filtresiyle karizmatik görünebildiği gibi bir illüzyon mu yaratıyordu, yoksa
içten içe bu şehre karşı olumlu duygular mı beslemeye başlamıştı. Şehre karşı
duyduğu bu sempatiden rahatsız oldu.
Geniş caddeden karşıdan karşıya geçmek için durduğu köşede, bir şehir
aydınlatma ışığının sarı ışığında daha da belirginleşen, bir tüy gibi süzülerek
montuna düşen kar tanelerinin kristal tanelerine daldı gözüne.
Her biri birbirinden farklı boyutlarda, farklı şekillerde sanki özenilerek
çizilmiş gibi muntazam bu kar taneleri çok güzel geldi gözüne. Ne gereksiz bir
çaba diye düşündü. Bunca düzensizlik içinde bu intizam bu özen.
Her çocuk gibi, yağan kara karşı duyulan o coşkulu sevinci ne zaman nasıl
kaybettiği aklına geldi.
Doksan dokuzun 16 Ağustosunda cehennem
sıcağı bir gün sonunda yerle bir olmuştu doğduğu şehir.
Onca yıkıma, onca ölüme, hayatın alt üst oluşuna hazır olmadığı gibi ardından
gelecek kışa da hazırlıksız yakalanmıştı.
Yine soğuk bir günde barınmak için sığınmak zorunda kaldıkları konteyner içinde
yanan pırpır soba başında otururken bitmek üzere odun çuvalına gözü ilişti.
İçinde bir huzursuzluk peyda oldu.
Konteynerin camında beliren dışardaki yoğun kar yağışı, az önce içinde beliren
odun yetecek mi, biterse ne halt yiyeceğiz endişesini arttıracağına, yerini o
çocukluk coşkusuna sevk edebilmişti yine. Anlamsız bir sevinçle dışarı fırlayan
diğerleri gibi attı kendini sokağın beyazına, kar üstünde garip boğuşmalar,
kartopu savaşları, düşen kar tanelerini ağzıyla yakalama çabaları…
Onca efor
sarfı, onca soğukla mücadele, ıslanmış tüm elbiseler, uyuşmaya başlayan eller
ve su çeken ayakkabı içinde büzüşmüş ayak parmakları yakandan paçandan seni
gerisin geriye konteynıra geri çekiyor elbet.
Az önce alev
alev yanan soba, yağan karın coşkusuyla dışarıda geçen zamanda geçmeye yüz
tutmuş bittikçe küçük küçük ilaveyle idare edecekken şimdi tekrar yüklüce
doldurulup tekrar yanmak zorunda zira üşümüş, ıslanmış bu beden daha azına
tamah edecek gibi değil bu durumda.
Çuvalın sonunu da yükleyip sobaya,
kalınca boş çuvalla baş başa, yenisini alacak paranın olmadığı düştü hemen
aklına.
Elektriklerin kesilmesiyle birlikte
hissettiği çaresizlik, yoksunluk hissi çok fena gitti arına. Sobanın üst
kapağından süzülen ışığın tavandaki dansı pek hüzünlü geldi o an ona.
Oldum
olasıda sevmezdi kışı.
Kış ile ilgili içinde kalan tek şey karın yağışı ile gelen o çocuksu coşkuydu.
O da, o akşamüstü çuvalın sonundaki birkaç odunla yanıp kül oldu sanki.
Yaya geçidi
başında öylece dikilmiş, koluna düşen büyükçe bir kar kristaline takılmış
gözleri, zihninde dönen geçmişten bir hatıra, onu gören bir aracın geçmesi için
kendisine yol verdiğini fark etmesiyle dağıldı.
Başıyla selamlayıp hızlı adımlarla geniş araç
yolunu geçip yoluna devam etti tekrar yavaş adımlarla...
…
…..
….
ne anlatıyordum ben …????
(Devam edecek...)