30 Ocak 2021 Cumartesi

Ne Anlatıyordum Ben ...?

 

2010 Sonunda Bir Çarşamba…

  Sanki bir satranç tahtası üzerinde kurulmuş, birbirinin nerdeyse aynı kare bloklar içine yerleştirilmiş, parklar, bahçeler ve grinin her tonuyla bezeli binalarla donatılmış başkentin birbirine bağlanan sokaklarında kaybolmak işten değildi.
  Hangi sokakta olduğunu başlarda, tamamen tabelaları takip ederek ayırt edilebilmekteydi. Tabi onu da düzgün okuyabilirse.
  Bu yabancı alfabe pek bir garipti. Tek tek öğrenmesi kolay ama yan yana getirip bir kelime olarak okuyup anlamlı bir bütün oluşturmak biraz zaman alıyordu.

  Sonraları, bir orman gürlüğünde sıralanmış ulu ağaçların kendine özgü şekillerinden, o ulu ağaçların geniş kaldırımları kabartan güçlü köklerinin oluşturduğu engebelerden, o engebeler de oluşan su birikintilerden, yerde oluşan çatlaklardan…

 Dışardan bakıldığında birer mağaza görüntüsünden uzak ancak gide gele oranın önce mağaza olduğunu sonrasında ne mağazası olduğunu aşina olduğundan tanıdığı binalardan…

  Hemen her bloğun yerleşik evsizlerinin konuşlandığı bina aralarında yaktıkları çöp birikintileri ve etrafında yaşamaya gayret ettikleri ateşlerden…

  Her sokağın kedine özgü, elinde ki tasmanın ucunda bit kadar bir köpeği çekiştiren ya da nerdeyse sürüye sürüye taşıdığı Pazar filesiyle dolaşan, mahalleye kolluk kuvvetlerinden daha hâkim, öfkeli, huysuz babuşkalarından…

  Belirli bir durağa bağlı olmadan yol kenarında park etmiş şekilde duran belirli bir renge ya da sabit modele bağlı kalmaksızın müşteri bekleyen taksilerinden,

  Bir hayalet gibi devriye atan bir anda belirip “Passport” diye haykıran koca şapkalı rüşvet fırsatlarını kollayan polislerinden ayırt etmekte ustalaşmıştı.

  O uçsuz bucaksız geniş sokakların arasında oluşmuş yapay ormanın içine kurulu bu şehrin büyüsüne kapılıp hayallere daldığında kısacık bir an da nerede olduğunu karıştırıp kaybolmuşluk hissine kapılmanın bu kadar doğal oluşuna hala alışamamıştı.

  Başkentin karanlık sokaklarına adım atmak için bulunduğu rayonun kendine ait bloğundaki kendine göre şehrin en gri kvartirasından çıkmak için dış kapının ilkini açtı.

Hani !?
Alice Harikalar Diyarında masalında, Alice bir odaya girer ve kapı kapanır geri dönüş yoktur artık.    

O odada da hapis kalır çaresizlikle bir başka çıkış arar. Uzun odanın sonunda zorla da olsa geçebileceği küçük bir kapı görür. Hevesle kapıya yönelir bir kapı açar.
Açılan kapı arkasında bir kapı daha çıkar onu açar başka bir kapı… Kapılar daralarak ardı ardına küçülerek ancak burnunun girebileceği küçük bir çıkış bulur.


Çaresizce kapının önüne oturur kalır bir süre öylece. İstemsizce eli elbisesinin cebine sokar. Ne işe yaradığını bilmediği cebindeki mantarlardan birini rastgele çıkarıp bir ısırık alır ve küçülür küçülür küçülür… Ya hani…
O sayede harikalar diyarındaki gezisine devam eder

Cebinde biriktirdiklerine baktı.
Bir mantar yoktu mutlak.


Mantarı kemirir gibi içini kemiren o uzak olmanın verdiği o acı tadı, yalnızlığın, neye, niçin, kime karşı olduğu belirsizleşen hasret ve özlem duygusunun buruk lezzeti damaklarında hissettiği anda ruhu daraldı ve içinde bir şeyler küçüldü, küçüldü, küçüldü…
Sanki geçmişteki bir yaranın, yıllar sonra kaşınması gibi, kaşındıkça derinleşip tekrar belirmesi gibi, huzursuz edici o his, onu yeterince küçültüp, kendi daralan kapısından, çokta harika olmayan diyarına çıkartabilecek mantar zehri gibi geldi o an.

İlk kapı ardından karşılaştığı sıra sıra sürgüleri açtı, altta ve üste iki anahtar deliği bulunan anahtarları çevirdi.
Kapıdan çıkmak için içindeki o huzursuzluktan bir ısırık daha aldı.

Kvartirasını terk edip sıkıca kilitledi tüm kapılarını.
Tutundukça gıcırdayan tırabzanlara dayanıp tek eliyle kalın çoraplarından dolayı girmekte zorlanan botunun içine zorla ayağını soktu. Hızlıca botlarını bağlayıp Ağır adımlarla dik merdivenlerden aşağı ilerledi. Aşağı indikçe ciğerlerine dolan soğuk kar havası içini ürpertti.

  İkinci kata vardığında, kirden ve pislikten kararmış beyaz teni, içine çökmüş mavi göz bebekleri, sarının hiç bilmediğim bir tonuna dönüşmüş beyazlaşan saçı ve sakalı, bitkin ve zayıf bir yüzle karşı karşıya kaldı

  Vicdansız bir şoför yolda adamın birine çarpar kaçar ya hani...
Ardından daha az vicdansız birileri yardıma koşar hemen, sarar etrafı bir sürü harala gürele derken toplanan kalabalıklar bir iki azalıp meraklarını tatmin edip kaybolurlar.
Sona kalan da, bir tedirginlikle “aman başımıza bir şey gelmesin şahit mahit yazarlar” korkusuyla bir hastane önüne kadar getirir ve terk eder ya…
Oracıkta birinin onu fark etmesini beklerken umutsuzca, giderek düşen yaşama direncine rağmen,
en azından Azrail’i geciktiririm inadıyla.

Sığındığı basamakların ortasında
 Ölmemek için… Ya da çabuk ölmek için…
Bir elinde sımsıkı sarıldığı ucuz votka şişesi diğerinde kirli bir torba.
Muhtemelen çöpten bulduğu, eski püskü yırtık pırtık bir battaniyeye sarmalanmış şekilde kapanmasın diye mücadele ettiği kan çanağı gözlerin uykuya mı? Yoksa ölüme mi direndiği pekte ayırt edilemeyen umursamaz, donuk, soluk ve mavi bakışlara kilitlendi.
Bir anda irkildi sanki kimse yokmuş gibi seri ve sessiz adımlarla bir alt kata yöneldi.

Dışarı çıktığında acımasızca esen sert ve soğuk rüzgâr yüzüne vurdu. Derin bir nefes çekti içine aldığı nefesi verirken çıkan buharın bir cam gibi kırılıp yere düştüğünü hayal etti.
Saatine baktı Türkiye de saat 18.00 hala dedi bir iç daha çekti.

Kare bir blok içine kurulmuş, sanki bir orta çağ kalesi surları gibi dikilmiş binaların arasındaki boş alanda sitenin çıkışına doğru yürüdü. Az ilerde çocuk parkı içindeki banklarda bir kaç genç kız ve bir kaç erkek sigara bira eşliğinde romantizmin doruklarında telefonlarından yükselen Rusça bir şarkı eşliğinde o soğuğa rağmen bir bahar esintisi yaratıyor gibiydi. O soğuğa rağmen topuklu ayakkabıları, ince çorapları ve mini eteklerinden ödün vermeyen güzel güzel kızların yanında gayet özensiz çocukların gayet kaba ve hoyrat davranışlarını görmek her defasında şaşırtırdı onu.
Onca nobranlığa tezat, erkeklerin yanındaki kızların çantalarını taşımaları, zaman zaman da üşüyen kızı bir imparator penguen gibi montunun içine sarmalayıp kızın erkeğin ayaklarının üzerine basarak tek vücut yollarda yürümeleri “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu yahu!” dedirtir cinstendi.


Bloğun sonundaki dar geçitten geçip geniş caddeye çıkarken site çıkışındaki direkte gayet iptidai usulde yapılmış üstüne düşen su buharının sarkıtlar oluşturduğu termometrenin kırmızıçizgisini eksi 20 derece de durduğunu gördü. Az önce yüzüne vuran rüzgâr termometreyi gördükten sonra sanki daha soğukmuş gibi geldi ona.
Dilini yarım yamalak konuştuğu, yalnızlığını ve yabancılığını her an insana hissettiren şehirde edindiği 3-5 arkadaşıyla buluşup bir şeyler atıştırıp alkolün yatıştırıcı şefkatli kollarına bırakmak için buluşacakları bara doğru temkinli adımlarla ilerledi.
Bakımsızlıktan bozulmuş geniş yaya yolunda zeminin buzdan ve düşen karın kapattığı tuzaklara yakalanmamak için gösterdiği temkinli adımları,  nisan ayında yaşanan halk devrimi sonrası çıkan iç savaş dolayısıyla oluşan güvensiz ve tehlikeli ortamın sürprizlerine hazır bir ihtimamla daha bir temkinli atması gerektiğini hatırlatmak zorundaydı kendisine.

 

Radarlarını olası doğal ve insan yapımı tehlikelere kursa da boş sokaklarında başkentin bütün olumsuzluklara rağmen göze güzel gelen büyüleyici atmosferinde otomatik pilota bağlayarak yine de düşüncelere hayallere dalabilmek sanırım insanın bütün olumsuzluklarına rağmen çokta övülmeyen muhteşem bir özelliği olsa gerek.
 Gözlerini kapamadan, olduğu zamanın içinde bir şeylerin tetiklediği anıların yaşanmışlıkların zihinde bir şeylerin kilidini açtığı anlara savrulmak çok garip.
 Bulunduğu zamanın gerçeklerine gardını indirmeden…
Sanki zaman makinasını bulduğundan habersiz bir mucit gibi o anın gerçekliğinde, geçmişi o anmış gibi yaşamak...
İlikleri soğutan o kış kıyamet ve onca tehdit içinde bunu başarabilmek tam bir mucize gibi.
Kendisini buraya getiren uçağın, o Ağustos sıcağında geride bıraktığı her şeyden onu ayırırken içinde bir şeyleri nasıl dondurduysa, o anı zihinde tekrar yaşarken aynı hisle üşümek ortam gereği çokta zor olmasa gerek. Lakin zihnin bu oyunu oynaması için zemin ve saha şartları gayet müsait.
Gülün sapını ne kadar uzun tuttuysa artık eller paramparça dikenden… Ne güle ulaşabiliyor ne de o gün havalimanında içine işleyen ve geçmeyen üşüme yetmiyor gibi bir de bedeninde hissettiği fiziki soğuğun katmerlenmesi ile paramparça olmuş ellerindeki yaraların derinleşmesine rağmen acısını görüp bilmesine rağmen hissedemiyordu artık.
Belki de Mevlana yanılıyordu.
Yahut tuttuğu dal bir gül dalı değildi.
Kafası darmadağın, yüreği paramparça başkentin bembeyaz gecesinin oluşturduğu bu düş oyunu, sokak kesişmelerinde yaz-kış başı karlı Ala-Too ya paralel bakan sokaklarında dağdan aşağıya doğru inen, insanın içini delip geçen rüzgârıyla dağıldı.

Karın oluşturduğu o büyüleyici soğuk manzara sanki boktan bir herifin, bulduğu bir fotoğraf filtresiyle karizmatik görünebildiği gibi bir illüzyon mu yaratıyordu, yoksa içten içe bu şehre karşı olumlu duygular mı beslemeye başlamıştı. Şehre karşı duyduğu bu sempatiden rahatsız oldu.
Geniş caddeden karşıdan karşıya geçmek için durduğu köşede, bir şehir aydınlatma ışığının sarı ışığında daha da belirginleşen, bir tüy gibi süzülerek montuna düşen kar tanelerinin kristal tanelerine daldı gözüne.
Her biri birbirinden farklı boyutlarda, farklı şekillerde sanki özenilerek çizilmiş gibi muntazam bu kar taneleri çok güzel geldi gözüne. Ne gereksiz bir çaba diye düşündü. Bunca düzensizlik içinde bu intizam bu özen.

Her çocuk gibi, yağan kara karşı duyulan o coşkulu sevinci ne zaman nasıl kaybettiği aklına geldi.
 Doksan dokuzun 16 Ağustosunda cehennem sıcağı bir gün sonunda yerle bir olmuştu doğduğu şehir.
Onca yıkıma, onca ölüme, hayatın alt üst oluşuna hazır olmadığı gibi ardından gelecek kışa da hazırlıksız yakalanmıştı.
Yine soğuk bir günde barınmak için sığınmak zorunda kaldıkları konteyner içinde yanan pırpır soba başında otururken bitmek üzere odun çuvalına gözü ilişti.
İçinde bir huzursuzluk peyda oldu.
Konteynerin camında beliren dışardaki yoğun kar yağışı, az önce içinde beliren odun yetecek mi, biterse ne halt yiyeceğiz endişesini arttıracağına, yerini o çocukluk coşkusuna sevk edebilmişti yine. Anlamsız bir sevinçle dışarı fırlayan diğerleri gibi attı kendini sokağın beyazına, kar üstünde garip boğuşmalar, kartopu savaşları, düşen kar tanelerini ağzıyla yakalama çabaları…

Onca efor sarfı, onca soğukla mücadele, ıslanmış tüm elbiseler, uyuşmaya başlayan eller ve su çeken ayakkabı içinde büzüşmüş ayak parmakları yakandan paçandan seni gerisin geriye konteynıra geri çekiyor elbet.

Az önce alev alev yanan soba, yağan karın coşkusuyla dışarıda geçen zamanda geçmeye yüz tutmuş bittikçe küçük küçük ilaveyle idare edecekken şimdi tekrar yüklüce doldurulup tekrar yanmak zorunda zira üşümüş, ıslanmış bu beden daha azına tamah edecek gibi değil bu durumda.
 Çuvalın sonunu da yükleyip sobaya, kalınca boş çuvalla baş başa, yenisini alacak paranın olmadığı düştü hemen aklına.
 Elektriklerin kesilmesiyle birlikte hissettiği çaresizlik, yoksunluk hissi çok fena gitti arına. Sobanın üst kapağından süzülen ışığın tavandaki dansı pek hüzünlü geldi o an ona.

Oldum olasıda sevmezdi kışı.
Kış ile ilgili içinde kalan tek şey karın yağışı ile gelen o çocuksu coşkuydu.
O da, o akşamüstü çuvalın sonundaki birkaç odunla yanıp kül oldu sanki.

 

Yaya geçidi başında öylece dikilmiş, koluna düşen büyükçe bir kar kristaline takılmış gözleri, zihninde dönen geçmişten bir hatıra, onu gören bir aracın geçmesi için kendisine yol verdiğini fark etmesiyle dağıldı.

 Başıyla selamlayıp hızlı adımlarla geniş araç yolunu geçip yoluna devam etti tekrar yavaş adımlarla...




…..
….
 ne anlatıyordum ben …????

(Devam edecek...)



 


SAGLAM MAGLUBIYET

     SAĞLAM MALUBİYET 3 Ağustos 2014 31 aralık 2006 ……..19:00/21:00 su kuyusu nöbeti erzincan yılın son, bayramın ilk günü ve ben yine nöbet...